Aralık 11, 2010

Kartpostaldan tanıdığın bir şehri düşünmek...

Güzeldir, kartpostaldan tanıdığın bir şehri düşünmek.
Düşlemek...
Daha güzeli, 
Bir gün kendini o şehrin sokaklarında buluvermektir. Günbatımını o köprüde izlemektir.
Daha da güzeli bulup da bir türlü inanamamaktır o kartpostal karesinde olduğuna.
Ama en güzeli, daha sonra o kartpostala tekrar baktığında o kareyi tekrar yaşamaktır, tekrar yürümektir o sokaklardan. O melodiyi tekrar duymaktır.
Günün en alakasız dilimlerinde televizyonda, otobüsteki kadının elindeki kitapta ya da herhangi bir yerde o şehirden bir yerler, bir şeyler karşına çıktığında ansızın...
Kimseye çaktırmadan kocaman gülümseyivermektir. Dahası gözlerinin doluvermesidir aynı anda.
Buruk bir tattır böylesi. Güzeldir ama çok güzeldir.
Düşlediklerini yaşamış olmanın verdiği haklı mutluluktur böylesi. Tam uçacakken balonu yakalamanın mutluluğu gibi... Sen yakalayıvermişsindir Allah'ın izniyle ve yaşamışsındır o düşü.
Şükür, işte böyle zamanları en güzel ifade edendir...

Aralık 05, 2010

...


hiçbir şeyim yok akıp giden sokaktan başka 
keşke yalnız bunun için sevseydim seni...  
C.Süreyya

Kasım 24, 2010

tadımlık tadelle

Tadelle... iyi ki bugün markette karşılaşmışız seninle. Az önce "bi lokma alayım tadımlık, kalanını akşam çayla yerim" diye yemeye başlayıp sonra dayanamayıp hepsini yemişim. Çocukken de böyle yapardım ben, hatırladın mı? Alırdım seni, azcık azcık yiyeyim de çabuk bitme diye niyetlenirdim ama hemencik bitiverirdin. Tabi içindeki fındık parçaların şimdi de ağzımın çeşitli yerlerinde saklanmış, dilimle ordan çıkarmaya çalışırkenki tadın bile aynı :) sanırım biraz yağını artırmışlar, eskiden kakao daha fazlaydı, ama olsun be :) böyle de güzelsin, hep güzelsin...
özlemişim seni kerata :)
Youtube'dan iki reklamını buldum tadellenin. Eski reklamının son repliğini Fatih Terim'den önce ben söyleyiverdim: "Arkadaş, sağol" :)
İkinci reklamı da ona nazaran daha yeni ama onun da teması ve işlenişi çok hoşuma gitti. Tam benlik...

bir acele kasım...

Hep bu kadar çabuk mu geçer kasım? Alelacele, ansızın... böylesine?

söylesek, seneye yine gelse...

Ekim 24, 2010

Kapanış...

Bu akşamki programımızın son eseri Sadettin Öktenay'ın hicâz şarkısı 
'Sevgimizin aşkımızın üstünden sene geçti mevsim geçti ay geçti.'


Zeki Müren, ruhun pasına birebir...
(Hep Canım Ailem geliyor bu şarkıyı dinlerken, severdim ben o diziyi, bitmeseydi iyiydi ya bitti.)



Ekim 18, 2010

Yeni bir sayfada kendine bakmak...

1 ay sonrası... Masal-ı Bonn'un bitişi günden güne resmiyet kazanırken, Tuba alışmaya çalışmaktadır. "nerede kalmıştık" sorusuna cevap ararken farkeder bıraktığı hiçbir şeyin yerinde kalmadığını. Kendi de buna dahil.
---

Ben geldim:)

Evet bu satırları, home sweet home'dan yazıyorum, yatmadan az evvel. biraz soğuk hava, aylardan kasıma merdiven dayadık ya ondandır. Ama gündüzleri pek güzel şu aralar havalar, geceleri fena üşütse de. Yalancı da olsa bi güneş, bi poyraz sonra, bazen lodos... geçinip gidiyoruz öyle.

Bonn dönüşü bir hengamenin içine mi düştüm yoksa tüm o hengame benim içime mi düştü bilmiyorum ama bir kendime geliş dönemindeyim 1 aydır. Hala özlem gideremediklerim var inanır mısın, öyle bi koşturmacaya daldım. Noluyo demeye bile fırsat olmadı, yok okul uzayacak şunları hallet Tuba, yok Bursa'da bir ton eşyan var onları hallet Tuba, nikahımız var ona kıyafet ayarla Tuba, arada dişin ani kırılma yapsın, binbir ağrı ile dişçiye git, kanalını yaptır Tuba...
Öyle böyle derken, vaktin nasıl geçtiğini anlamadığım zamanlar oldu. Bazen de geçen vaktin fazlasıyla koyduğu zamanlar. Hadi herşey tamam, Bonn'a ne zaman dönüyoruz diye sorasım geldiği zamanlar. Buraların dar geldiği zamanlar.

Döndüğümden beri yürüdüğüm yol ikiye ayrılmak istiyor habire. Birinden birini seçmeye zorluyor hep. Karar vermem gereken bir şeyler var illa ki. İlla ki cevaplanması gereken sorular... En başta da "Gitmek mi iyi kalmak mı?".
Sorular biriktikçe, kararsızlığım artıyor, kararsızlığım arttıkça bunalıyorum, kaçmak istiyorum, gözümü kapatıp açtığımda tüm bu hengamenin çok uzağında bi yerde olmak istiyorum. ama burda kalıp hepsine en doğru, en hayırlı cevapları verip devam etmeliyim yoluma. böyle buyurdu zerdüşt :) kaçmak bu sefer şıklarım arasında yer almıyor. Sadece son ana kadar erteliyorum cevaplamayı.
"ee bundan sonra ne yapacaksın?" sorusuna da hasta oluyorum bu arada.
 bi gerçek var ki, my wandering days are really over. yani, o gezgin, avare günlerimden eser yok şimdi, o defter kapanmış çoktan, sorumluluklarla ve sorularla dolu başka bi defter açılmış.

Ve ben şu sıralar, yeni bir sayfada kendime bakıyorum...

Eylül 17, 2010

Bonn olur masal...

Zaten masal diye diye başladığım bir hikaye bu. Gerçek olması imkansız gibi görünen, kurabildiğim  en büyük en güzel hayal. Başrolünü ben oynadığım. Ve şimdi, saat 12'ye az kala, Tuba külkedisine, bu içinde bulundukları da bal kabağına dönüyor yavaş yavaş...
Acısıyla ve çokça tatlısıyla ne güzel, en güzel 1 yılı hayatımın. En çok çalıştığım, en çok yorulduğum ama en çok gezdiğim, gördüğüm, yaşadığım, denediğim, denettiğim, yılı, dönemi... bitmesin istiyor gönlüm, hep sürsün.
Ama değil mi ki daha güzel masallara başlamak için bir öncekini bitmek lazım. Bu böyle...
Kelimelerim yine düğüm düğüm, açılırsa havada açılır kanımca, uçarken İstanbul semalarına...
iki şarkı var, "sen sus, biz anlatırız sendekileri" diyen:
Hadi bakalım mikrofonu onlara bırakma vakti...
Bonn'dan son kez sevgilerle...

  


Eylül 15, 2010

Buruk heyecan

Masalın son satırları...


Bana tekrar hayal kurduramayacak kadar güzel günler... dile kolay 1 yıl. son 1 aydır her gün "heh bak gidince en çok bunu özleyeceğim" diyorum gördüğüm şeylere. gerçekten en çok hangisini özleyeceğim, kimbilir... Her gittiğin yerde bir parçasını bırakır ya insan, oradan da bir parça alır giderken kendiyle birlikte... Bavulum mutlu anlarımla dolu ağzına kadar. Bonn'un her sokağında, u-bahn'ında, sokakta durakta görmeye aşina olduğum yüzlerinde benden ne kaldı bilemem, ama herbirini topladım attım bavula. Allahtan bavuldaki anıların yük sınırı yok, istediğin kadar alabiliyosun yanında.

bir yandan deli gibi o uçağa binip uçup özlediklerime kavuşmayı istiyorum, kalbim heyecandan pır pır atıyor, diğer yanımsa buraları nasıl bırakacağımı sorup duruyor, kalbim buruk. yani buruk heyecan dolu içim...
"Ya herşeyim ya hiçim, sorma dünyam ne biçim..."

...Ve masalın bu kısmına fon müzik olsun diye, Hümeyra, "kördüğüm"üyle çıkar saklandığı yerden.

Eylül 08, 2010

Güle Güle Ramazan, Yine Bekleriz...

Ne ara geldin, ne ara gidiyorsun... Anlamadık ne çabuk geçti zaman. Bereketin sofralarımızı, ruhun gönlümüzü şenlendirdi.
Rüzgar gibi geçtin vesselam...
Güle Güle Ramazan...

Doyamadık sana,
Hep bekleriz, yine bekleriz... :)
foto kaynak: flickr, gmzli

Eylül 05, 2010

Bilgisayar ve İman

Gecelerin en hayırlısında, söz "Bir Yudum Hikaye"de...


büyüdün artık sen çocuk (!)..

sonradan gelen not: aslında bu yazıyı tamamlamak yerine taslakların bir köşesinde öylece bırakmaya niyetliydim. ama az önce internette şahit olduğum bir doğum günü kutlaması yüzümü güldürdü, gözlerimi doldurdu. imrendirdi... sonra mı? sonra kendimi burada buluverdim ben de...
ağustos,18  '1o
saat: 00.00 dolayları...
saat buralarda 23, ait olduğum o yerlerde 00.00 iken facebook'tan başlayan kutlamaların arkası gelmeyecek. Doğum günüm zamanla önemini daha da yitiriyor sanki... Uykum geldi zaten, yattım ben...
saat: 10.34
bu sabah gülerek uyandım. mutlulukla, sevinçle... Rüyada eve dönüyorum. Elimde bavulum. Sokağın başındayım. Bizim eve bakıyorum, ne kadar özlemişim. Rahmetli babannemin baktığı pencereye gidiyor gözüm gayri ihtiyari. Keşke o köşeden perdeyi aralasa, hep birilerinin gelişini gözlediği o yolda beni görünce sevinip mutlu olsa, el sallasa diyorum. Tam apartmanın kapısından içeri giriyorum ki annem de merdivenlerden iniyor. Bizimkiler de orada, yengemler filan, net hatırlamadığım bir kalabalık. Bir tek annemin yüzünü hatırlıyorum, bir tek annemi. "aha, sen nerden çıktın" diyor. demek ki rüyamda da sürpriz yapmışım:) gülüyoruz, sarılıyoruz. kocaman sarılıyoruz annemle. 
uyanıyorum sonra. içimde bir ferahlık, bir huzur, bir sevinç...
bugün daha güzel bir hediye alamam herhalde...
saat: 12.41
annem normalde her yıl akşam saat 8'i bekler doğumgünümü kutlamak için. O saatte doğmuşum meğersem :) demin annemi aradım, "niye aradın, akşam 8'de ben arayıp kutlayacaktım" dedi.
dedim "sizin saate göre 8'de mi yoksa bizim saate göre 8'de mi kutlayacaksın, onu merak ettim :)" 
rüyamı ona anlat(a)madım. duygulanmasın diye, bi de anlatırken ben de dayanamayıp ağlarım diye korktum. gidince anlatırım artık...
saat: 16.58
facebook'tan doğum günümü epey kutlayan var, sağolsunlar var olsunlar. iyi de düşünmeden edemiyorum, normalde doğru düzgün selam bile vermeyen insanların "doğum günün kutlu olsun" demeleri ne kadar içten olabilir ki? Bunu sorgulamak bir yere varmayacak. zaten doğum günü dediğin nedir ki...
tesadüf mü tevafuk mu bilmiyorum, daha geçen gün okuduğum bir yazıda şöyle diyordu: bir kağıt kalem alın ve bir çizgi çizin. Bu çizgi sizin hayatınızı gösteriyor olsun. Ve o çizginin şu an neresinde olduğunuzu işaretleyin. Yolun neresindesiniz, ne kadar yol gitmişsiniz ve önünüzde ne kadarı kalmış. O çizgiye bakın ve sonra bulunduğunuz yeri öncesini ve sonrasını "düşünün"...
Bunu okuduktan sonra, o çizgiyi çiziverdim. Radyasyon, stres, GDO vs. dolayısıyla çizginin sonunu pek uzun tutamadım gerçi. ama yolun neresinde olduğumu görünce önce şaşırdım, anaa ne ara bu kadar yol gitmişim dedim. Sözü burada Behçet Necatigil alıyor ve diyor  ki:
"Yılların telâşlarda bu kadar çabuk geçeceği aklınıza gelmezdi."
Sonra arkamda bıraktığım onca yılda işlediğim günahlar geldi aklıma, kırdığım kalpler, kılamadığım namazlar,  televizyon, bilgisayar başında geçirdiğim onca vakit, ağladıklarım, ağlattıklarım, güldürdüklerim, mutluluklarım...daha fazlası. Bir nevi iç muhasebe...
Evet yolun daha yarılamadım bile, kimilerine göre çokça başındayım, ama o muhasebeyi yapmak iyi geldi iyi...
Velhasıl o gün bu gündür, önceliklerim beni, ben de onları sınıyorum. Bakalım hangimiz galip gelecek?..
gece 12 suları...
Arkadaşlarla Köln-Mülheim'daki Türk sokağına gittik iftara. Kebap filan bişey değil de, günlerdir aşerdiğim künefeyi nihayet yedim... ooh mis :) künefenin üstüne kibrit de koydular, üflettiler bi de :) 
Sıcacık, sevgi, bereket, bolca muhabbet ve kahkaha dolu bir iftarın ardından dönüş yolunda otobüsteyim. 
Evet evet, günün tek ve en güzel hediyesi annemden...
kitabı açtığım gibi karşıma çıkan fırat
Bir de sıcacık, hasret kokan bir email. Elif'ten... Öyle ki, gülerken bile dolan gözlerim bu sefer mutluluktan doldu taştı. Böyle insanlar, böyle dostluklar, herkese nasip olmazken, bana nasip olduğu için de şükrediyorum hep. (İyi ki varsın...)
He bir de ilk hediyem, fıraaaat :) içinde bi notçuk yoktu artık onu da sonradan iliştirteceğim zeynep'e :)
Farkettim ki doğum günleri en çok böyle en yalnız anlarda önemseniyormuş. Doğum günlerinden çok önemsenmek, hatırlanmak belki de... Bu zamanlar insan ihtiyaç duyuyormuş "o" kelimelere, sürprizlere... içinde ne olursa olsun bir hediye paketini açmanın verdiği heyecan, heves, bugün bende olsun istedim. sevdiklerim, beni sevenler, bana çokça sarılsın istedim. Çaldığım gitarı, söylediğim şarkıyı, bugün başkaları da duysun istedim. Ya da bugün birilerinin bana gönderdiği, ithaf ettiği şarkıları dinlemek isterdim. Olmadı ama, kısmet...
Facebook duvarımda nerdeyse 90 tane tebrik var, ben de buldukça bunuyorum dimi! Belki de. Ama işte belki de insanlara çokça verdiğimden midir nedir, istemeye başlıyorum çoktan hallice :)
Evet buruk bir doğum günü yazısı oldu bu, eve dönüşüm yaklaştıkça daha mı çok özlüyorum nedir, anlamadım ben de. Ama yanlız kalmak bir bu ramazanda en çok koydu bana, bir de bugün. Gerçi bugün de ramazan:)
Aslında bana kalsa büyümezdim ben, belki de ondan bu burukluğum...


Brugge'te çektiğim bu fotoğraf, kendime doğum günü hediyem olsun. Fotoğraf çekmeyi o kadar özledim ki... 
kendime "büyüdün artık sen çocuk" demek gelmiyor içimden. Oysa ne güzel de söyler Zuhal Olcay, "Halka Açık" şarkısında bu cümleyi. İkna oluveresi gelir insanın.
Ama daha var, çok var daha... yavaş yavaş büyüyüp tadına doyamayasım var çocuk kalbimin...

Eylül 03, 2010

Ders Bitti...

üniversite yılları boyunca, her sınav dönemi en son sınavdan çıkıp eve dönüş sonrası kulaklarımda bu şarkı: Ders Bitti

Bu şarkıdaki kelime oyunlarını seviyorum. Hatta kelime oyunlarını seviyorum.
Ben oyunları seviyorum aslında... her türlü :)

Eylül 02, 2010

yine mi tenefüs :)

Son sınavıma kalan son enerjimle bir gayret çalışmaya çalışırken, yan binayı boyayan işçilerden biri öyle bir hapşırdı ki yerimden zıpladım yani. Sokaktan geçen bir teyze de "çok yaşa"  diye bağırdı adama. O da "sen de gör"  diye karşılık verdi. Foto makinem olsa şu anı yakalayıp burda paylaşırdım ama şansınıza küsün napalm :)

Geçen sabah da aynı işçilerden biri "Arbeit macht frei!"  diye bağırdı diğer boyacılara. Muhabbetin başını duymadığım için şakanın ya da gerçeğin arka perdesini bilemiyorum ama bi anda şok oldum tabi.

meraklısına not: "Arbeit macht frei"  yani "Çalışmak özgürleştirir"  ya da "çalışmak kurtarır".  Bu cümle Hitler döneminde Nazi kamplarının girişinde yazarmış. Ve şimdilerde Alman topraklarında bu cümlenin şakası bile pek iyi sonuçlanmadığı, ortamda şakadan çok buz gibi hava estiriyor derler. Buralarda hassas ve yasak konu bu Nazi meselesi. Ben bu konulara hiç girmediğim, gireni de görmediğim için bilmiyorum, diyenlerin yalancısıyım.
işte o yüzden şaka amaçlı bile olsa bir almanın ağzından duymak, hayli garipti yani...
Hayatta bir gün geçmiyor ki ilginç bir şey olmasın azizim, sen yeter ki görmeyi bil...
bu da kıssadan hisseydi :)

evet gereksiz şeylerden bahseden bi tenefüsün daha sonuna geldik, hadi eyvallah!

kapı...

dar sokaklarda yürürken... ne zaman düşsem, canım yansa, hatta kanasa bir yerlerim... yorulduğumu hissetsem ve canımın acısı geçene kadar kalkmak istemediğim halde mecburi kalkış yapsam...bir şiir gülümser bana köşe başında o dar sokağında hayatın...
anladım ki çıkmaz sokak diye bir şey yok aslında, her yolun ucu hiç olmazsa bir şiire varıyor...
işte bu da o şiirlerden biri...
kapı...
geç benden, ben dururum, ben beklerim, geç benden,
ama nereye geçersin benden ben bilemem.

dediler ki, olgun bir meyve var sabır perdesinin ardında,
dünya sana sabrı öğretecek, olgun meyvenin tadını da.

dediler ki, şu ağaçlar gibi bekledin, şu ağaçlar gibi hayal,
şu ağaçlar gibi kederli.

açıldım, kapandım, açıldım, kapandım, gördüm
gelenler kadar gidenleri de,
hani sabrın sonu, hani gamlı eşek, pervasız nar nerde,
hani bahçe?

biri gelse.. biri görse.. biri gelmişti.. açmıştı.. durmuştu..
duruyor hâlâ bende.

kaç zamandır çınlıyor içimde bu boşluk, kim
kıydı, bahçenin şen duluydu, karşımda duran dut?
en çok onunla bakıştımdı, bir kere olsun dilegelsindi,
çok istedimdi.

bana kalsa susardım daha, ama dilimdeki paslı kilit çözülür belki,
sapaya kaçmış cümlem uğuldar, içimin kurtları kıpırdar diye
gıcırdandım takatsız.

gördüm hepsini, gördüm hepsini, sabrın sonunu!
biri gelse, biri görse, şimdi,
rüzgâr sallıyor beni...
Birhan Keskin

Ağustos 30, 2010

Tatlı stresler bunlar...

Efendim mevsimlerden yaz, aylardan ramazan... Gönül ister ki her gün içimden geçen onca şeyi şöyle dolu dolu yazayım, lakin bir türlü vakit bulamıyorum. Sınavlar için koşturuyorum bir yandan, bir yandan ramazanın tatlı yorgunluğu, bir yandan aylardır kaldığım odamı toplama telaşı... bir hengamedir ki almış başını gidiyor 1 aydır. Bir sürü şey yazdım aslında, taslaklarda duruyor hepsi, tez zamanda şu sınavlarımı vereyim -inşallah-, bomba gibi geliyorum :) dönüşüm fevkaladenin fevkinde olacak nasip kısmetse :)
niye böyle alaturka tarzı yazıyorum ki kendime şaştım:) şu an bu satırları -eski- odamla aynı koridorda ama karşı tarafta olan bir başka odadan yazıyorum. Faslı bir arkadaşım ramazan dolayısıyla başka bir şehirdeki ailesinin yanına gidince, ben de kira sözleşmemi uzatamayınca ve yersiz yurtsuz kalınca, sağolsun odasının anahtarını hiç düşünmeden bana verdi. Evet, çok şükür ki bu dünyada hala "insan"lar var...
Bu arada burada yaza elveda diyeli epey oldu, Türkiye'dekilere üşüyorum demeye utanıyorum :) Hele bu gece öyle bir fırtına vardı ki, böyle korku filmlerindeki gibi rüzgarın "vuuuuu" sesi, bi de her taraf karanlık, ağaçlar bi o yana bir bu yana savruluyor. Velhasıl ben böyle fırtına, böyle rüzgar ve hatta böyle yağmur görmedim arkadaş. Hiç durmuyor meret.
Geçen tramvay beklerken durağa bi kadın geldi sırılsıklam olmuş bi yandan şemsiyesini kapamaya çalışıyor, (evet şemsiye olduğu halde sırılsıklam). Kadın bi anda "Sabah yağmur, akşam yağmur! Bi güneş göremedik kaç gündür" diyerek kendi isyanını dile getirirken, benim de hislerime tercüman oldu sağolsun.

Neyse iftar vakti yaklaşana kadar çalışmaya devam edeyim ben. Saat 5'ten sonra beyin fonksiyonlarım duruyor mübarek :) sonra bekle ki iftar olsun, beyne glikoz gitsin falan filan.

He bu arada, iftarda kola içmeyene yıldızlı pekiyi! :)




Ağustos 17, 2010

tenefüs 2

Sezen Aksu'nun "Düğün ve Cenaze" albümünü dinliyorum ne zamandır. Goran Bregoviç'in o güzel Balkan ezgileri ile Sezen Aksu'nun güzel sözleri birleşince ortaya ne kadar güzel bir albüm çıkmış. Meğersem zamanında bu albüm ilk çıktığında epey tepki toplamış müzik camiasından, hiç beğenilmemiş. Evet biraz farklı bir albüm olmuş, ama bazı şarkıları var ki... Film gibi... Keşke bir film, dizi yapsalar mesela, Balkanlarda geçen bir aşk hikayesi... Ucu İstanbul'a da uzansın. Böyle en can alıcı yerlerinde Toygar Işıklı'nın, Kıraç'ın her bestesi birbirinin aynısı gibi gelen duymaktan bıktığım sesleri melodileri girmese de Sezen Aksu "Allahın varsaa" diye haykırsa, "Vicdansız rüyama şarkıma şiirime girdin" dese...
Esas oğlan bilmem hangi sebepten çekip gittiğinde, esas kızın içi yanarken güçlü duran haline ithafen "Bahiyar ol üzülme, Rabbim verir sabrını, bu hesap böyle bitsin, Helal ettim hakkımı" dese Sezen Abla.
Bihterle Behlül olsun yine, ama bu sefer Bihter'e son anda dank etsin ve intihar etmesin. Gelsin Paris'e kursun hayatını, burda Behlül'den çok var hem. Amaan çorba oldu iyice :) -bunları kütüphanede önümdeki dağ gibi notlara kafa patlatırken bir kaçamak yapıp da yazıyorum, maksat kafa boşaltmak olsun :) -

Temmuz 28, 2010

kapa gözlerini

Almanya'daki son ayıma günler kala, bil bakalım ben burada ne yapıyorum  blog? Kütüphanenin camlı kısmında kuruldum ders çalışıyorum. Evet, bugün pek çalışmak istemediğim için pencere kenarına geçtim, çok çalışmam gerektiğinde kütüphanenin bu bölgesinden uzak duruyorum mümkün olduğunca. Bu manzarada çalışmak pek mümkün değil çünkü. İnsanın bakıp bakıp şükredesi geliyor, hayal edesi geliyor. Şimdi burası Eminönü olsa, oradan karşı kıyıya bakıyor olsam. Martılar olsa böyle deniz ile balık kokusu karışsa birbirine. Ezan sesi yırtıp geçse kulakları, kalbime işlese. Şu kıyıya yaklaşmakta olan motor Üsküdar geliyor olsa mesela. Şu solumda gördüğüm Galata köprüsü olsa, tepesinde balık tutan onca insan... Korna sesi de olsa az biraz.

Eve dönüş yoluna düşsem, bugün cuma, annem pazardan taze hamsi alıp yapar kesin. Ben kendi karnımı doyurmadan hemen önce, vapurda martılarınkini doyursam attığım ekmek simitle...
Fırından ekmeği ben alsam, dayanamayıp ucundan birazcık yesem eve götürürken ekmeği... Annem, "kaç yaşında oldun kızım, bi bırak, bi yeme şu ekmeğin ucundan" dese, gülümsesem yarı suçlu...

"ya bu denizin tuzu,
  ya bu martılar,
  ya bu vapurlar
  ya bu yaşanmış yıllar 
 düşünüze hiç girmez mi İstanbul?" diyor Hüsnü Arıkan kulağımda.

Almanya'daki son ayıma günler kala...
Ben oraları özlüyorum.



lay your head where my heart used to be...

klibine mi müziğine mi yoksa sözlerine mi... hangisine daha önce vuruldum hatırlamıyorum. ama böyle hikayeli şarkıları&klipleri seviyorum. 
Şarkıyı burdaki yorumcusu Cibelle'den sonra şarkının asıl sahibi Tom Waits'ten dinleyemedim. öyle sevdim ki bu yorumu -belki zamanlamadan ötürü-, daha iyisini bile dinlesem benim için en iyisi en güzeli hep bu olacak gibi geliyor nedense.

Temmuz 24, 2010

.

" everything will be okay in the end. if it's not okay, it's not the end..."

böyle dedi bugünkü Tuba'ya biri. Oysa Tuba disardan bakinca gayet iyi görünüyordu ama birinin gözlerine bakmasi yetti ic kismini görüp bu cümleyi söylemesine.
Gözleri doldu Tuba'nin, inanmak istedi bu defa kendinin bile kuramadigi bu cümleye... Zamanla icinden tekrarlayacakti bu sözü. Degil miydi hem inandigin masallarin güzel olurdu sonu...
Birine yürekten tesekkür etti Tuba, baska birine yüreğiyle daha yeni veda etmisti oysa...

Temmuz 22, 2010

beni bu güzel havalar mahvetti...

Havaların anormal sıcaklığından mı, neminden mi, yoksa arada bir yağıp içimi ferahlatan ama sonra ansızın giden ve uzun süre gelmeyip aşırı sıcaklarla başbaşa bırakan yaz yağmurlarından mı bilmiyorum, bi tuhafım bu günlerde. Böyle havalarda ders çalışmak zorunda oluşum da cabası. Ve çalışamayışım ayrıca büyük bir sorun ki sınavlarım kapıda, vaktim az. Değil mi ki havalar böyle, çalışmak yerine her türlü eylemi yapıyorum desem yeridir. Üstüne üstlük kalan son 1 ayımı çar çur ediyorum, kıymet bilmeksizin öylesine harcıyorum. Dolu dolu yaşamak, tadını çıkarmak varken... Bendeki bu halet-i ruhhiyenin sebebi nedir? Malum talihsiz olay tüm dengelerimi değiştirdi mi ki, ondanmıştır belki.
Nedenlerini bilmiyorum, ama bu halimi hiç sevmiyorum.
Velhasıl şu sıralar en çok...
kendime kızıyorum.

öyle işte...


Temmuz 19, 2010

tenefüs

daha bu sabah hayal kurmaktan ne kadar zaman süre önce vazgeçtiğimi bi türlü sevemediğim ama şartlardan dolayı alıştığım bu hale bürüneli ne kadar olduğunu hatırlamaya çalışırken, akabinde radyoda çalan bi şarkı o küskün, kendini bana bile unutturan yanımı elektro şok misali sarsıp hayata döndürdü. nasıl oldu ben de anlamadım.

normalde hayat güzeldir'e dair sözler, filmler hatta cümlenin kendisi dahi inandırıcılıktan uzak gelir bana çoğu zaman. ama işte bu şarkı diğerleri gibi gözüne toz pembe perdeler çekmeye çalışmıyo sanki, hayat zor ama başarabilirz, onu güzeltmek bizim elimizde diyor.

Ömer Hayyam'ın " Ayağa kalk, uyumak için önümüzde sonsuzluk var."  deyişinin başka bir versiyonu sanki...

hadi bir başka tenefüste görüşürüz blog!






Temmuz 13, 2010

dear havalı dr ablacım

dear havalı dr ablacım,
bazen böyle bir şeye çok heyecanlanınca ya da ne bileyim sevinince üzülünce, yani içimden içimdeki bişeyleri paylaşmak isteyince, o an refleks olarak "zeyneeep" deyiveriyorum bazen. içimden anlatıyorum olanları, beraber gülüyoruz benim sakarlıklarıma, saflıklarıma, hayretlerime :) işte o zaman hiç gitmemiş gibi oluyosun yanımdan.  

Görükle'de senin nöbet çıkışlarını beklediğim zamanlar gibi oluyor, nöbet sonrası derin uykunun bitmesini bekleyip akabinde hemen başına ekşidiğim zamanlar gibi...
pek sevmediğim halde senle doludizgin yıllar'ı seyrettiğim zamanlar gibi.
pek sevmediğin halde benimle her defasında çay içtiğin zamanlar gibi...
babamın almanya'dan getirdiği çikolataları seninle paylaştığım zamanlar gibi...
bak şimdi o çikolataların hepsi yanıbaşımda, ama ne zaman ki çikolatanın üzümlüsünü, magnum'un beyazlısını -tuba tatlısını:)-, mercimeğin yeşilini, bulgurun pilavını ya da tarhananın çorbasını yesem, bil bakalım kimle konuşuyorum içimden :)

öyle bir geçer zaman ki... işte o zamanlarki gibi oluyosun, yanımda...
mutlu oluyorum o zaman ben...
sonra geçen zamanla birlikte değiştiğimi, değiştiğini düşünüyorum... olsun diyorum özünde aynıyız ya. içinde bulunduğumuz şartlara göre davranıyoruz, davranmak zorundayız,
ama bir araya gelsek yine aynı şeylere güleceğiz ya...
sahi, üzümlü çikolataların son kullanma tarihi geçmeden görüşürüz dimi zeynep?
paris'te ayağımı burkunca ne geldi aklıma? hangi yazdı bilmiyorum, senin bilegin çok ağrıyodu (nedendi hatırlamıyorum), uzun süre geçmemişti ağrısı, çok üzülmüştüm o zaman ben sana kıyamamıştım. şimdiyse bi benzeri bende var, günlerdir geçmeyen bir ağrı ve dahası yormamam gerektiği halde tüm tramvaylara koşarak yetişmeye çalışıyorum... iyileşeceği yerde fenalaşıyor mu ne?
keşke yine bana bi yandan kızıp, bi yandan  "  bişey olmaz"   desen...
gerçekten de bişey olmasa :)
bi anda doluverdim öyle, acilen hazırlanıp derse yetişmem lazım olmasa bilirsin daha ne kadar yazarım :)
yaşadıkların ne kadar yorsa da seni, yıpratsa da, unutma, sen Sen'sin bi kere. sonra havalısın, ikoncansın be :p

son olarak,
beni kardeşin sanan herkese selam ederim... :)

ne geçmiş tükendi ne yarınlar,
hayat yeniler bizleri,
geçse de yolumuz bozkırlardan,
denizlere çıkar sokaklar...
(yıllardan sonra yollardan sonra yeniden yan yana onlar...)


with best wishes & love

Temmuz 05, 2010

Hangimiz düş, hangimiz gerçek?

Kendi kendine, ‘düş görüyorum’ dedi, ‘Düş gördüğümden şüphe edemem. Düş görüyorum, öyleyse ben varım. Varım ama ben kimim?‘ 
Hangimiz düş ve hangimiz gerçek? Düşünüyorum, o halde ben varım. Düşünen bir adamı düşünüyorum ve onun, kendisinin düşündüğünü bildiğini düşlüyorum. Bu adam düşünüyor olmasından varolduğu sonucunu çıkarıyor. Ve ben, onun çıkarımının doğru olduğunu biliyorum.
Çünkü o, benim düşüm. Varolduğunu böylece haklı olarak ileri süren bu adamın beni düşlediğini düşünüyorum. Öyleyse, gerçek olan biri beni düşlüyor.  O gerçek, ben ise bir düş oluyorum.”

Yıllardır bir türlü bulup da okumak kısmet olmadı bu kitabı. Henüz okumadan sevdiğim, en sevdiğim kısmı burası, şimdilik :)

Zor, çok zor geçen bir haftadan sonra güne hatta haftaya yazarak başlayasım geldi. Şu sıralar duaya ve muhattap olacağım insanların insaflı olmasına çok ihtiyacım var. Hadi bakalım bismillah!

Bu şarkıyı bu yorumuyla daha çok sevdim en çok sevdim :) 

Haziran 30, 2010

Durdurun, bu durakta inecek var!

Bazen, hiç bilmediğim yerlerde bulmak kendimi... iyi geliyor. adını sanını duymadığım bir şehir, bir sokak, bir köşebaşı, sokakta tanımadığım yüzlerde gördüklerim, daha önce hiç tatmadığım bir çikolata kimi zaman, bazen nerden karşıma çıktığını bilmediğim bir şarkı, bir film bazen...
Şartsız şurtsuz, tamamen önyargısız, sadece orayı, o "şey"i görüp kendine çok şey katmak...

Çok mu karışık geldi, dur baştan alayım, sade ve duru haliyle...
Tek kelime, yabancı:
Penelope...
Nerden karşıma çıktığını ve hatta niye izlediğimi dahi bilmediğim bir film.
Pushing Daisies'i izlerken beni mutlu eden şey neyse, aynı şey, aynı tad bunda da var.
Masal tadı...
Hem de uzun süre damağımdan gitmeyecek cinsten.

Evet çok insana saçma gelebilir bu film, o yüzden iyi ki filmden önce yorumlarını okumamışım diyorum.

En hoşuma giden sahnesi buydu, iki aşık tek tarafı ayna görünümlü bir camın farklı taraflarında satranç oynadıkları sahne. -o cam niye var, izleyecek olanlar için anlatmıyorum-
Bazen herşey tepetaklak gidiyor, hayatım altüst oldu diye düşünürsün ya, yalnızlığın dibine vurmuşsundur üstelik. Bir de kadersizliğin eklenince üstüne, hah dersin tam bir "loser" oldum şimdi. Kaçacak gidecek yerin yokmuştur, "I'm stuck!" diye bağırırsın da kimseler duymaz.
Umudunu yitirdiğin o anlarda kendine dışardan bakabilirsen eğer, o anki haline... bir an ferahlarsın, gülümseyiverirsin, o kadar da zor olmadığını farkedersin silkinip kalkmanın. Umut hep vardır aslında, mızıkçılık yapan sensindir. Korkak olan.

İşte çocuk, her defasında o camın arkasındaki Penelope ile konuşurken aynadaki kendisine bakıyor. Kendini ona gösteren, yani kendisinin aynası Penelope oluyor bir bakıma... Ve korkularını yenip o ümitsizlik bahçesinden çıkıp, oyuna dahil olması da bu yüzden...

Masal masal dedim ama bu da içinde gerçekleri bulabileceğin bir masal, görebilirsen tabi...

Hayatı hep gerçek tarafından bakan, masallara "çocuk işi" diyenlere bu durak hiç uygun değil, ama başta bahsettiğim tadı sevenleri şöyle alalım...

Durakta inmeyip, geçip gideceklere son söz Mustafa Kutlu'dan geliyor:

Masallara boşverdiğimiz günden bu yana rüya göremez olduk. İp koptu, zaman uçtu, hayat köşe bucak bir yerlere saklandı. Uykularımız kabuslarla donatıldı. Aydınlık bir yüz gördüğümüzde ilk aklımıza gelen cümle "Sırıtma lan" oldu. -


Güzel bir Bonn öğlesinden kuş ve çocuk sesleri karışık, parmaklarıma vuran güneş eşliğinde herkese selam ederim... :)

Haziran 22, 2010

Buruk acı

Trene yine son dakika yetişmenin sevinci ve telaşı içinde nefes nefese trene binip en yakın yere oturuyorum. Kulağımda kulaklık, en kısık sesiyle müzik çalıyor, hiçbir şarkı içimdeki hüznü gidermiyor, dahası dinlemek bile gelmiyor içimden. Böğrüme taş oturmuş sabahtan beri, nefes aldırmıyor. Hakkari'de 10 şehit. Ardından televizyonlarda büyüklerimizin taziyeleri, dışı süslü içi boş. İçtenliğine nanası bile gelmiyor insanın. Söylenen kelimeler acılara kifayetsiz kalıyor. Durdurmaya ise pek hevesleri yok gibi. Yurdum insanı alıştı mı nedir, bol söz boş icraate.
Kafamda sorular, kalbimde tarifsiz bir hüzün, arkadan kısık kısık çalan: Huma Kuşu türküsü. Türkü bitip diğerine geçerken ufak bir kiltlenme sonucu arka fondaki sessizlikle, tam arkamda konuşulanlara gitti kulağım. Alman bir bayan türkçe olarak: "otur şuraya" diyor yaramaz çocuğuna. Sonra da karşında oturanlara: Türkçe "otur şuraya" deniyor, öğrendim, ama kürtçe nasıl deniyor bilmiyorum. diyor. Diğerleri de söylüyor kürtçesini. Belli ki Türklerle yaşaya yaşaya türkçesini ilerletmiş Alman ablamız. Habire örnekler veriyor türkçe bildiği cümlelere. Sonra "Başkent Ankara'ydı, değil mi?" diye soruyor. Bu soruya kem küm cevap veriyor muhtemel Türkiye vatandaşı Kürtler. En küçüğü 5, en büyükleri 45 yaşlarında 4-5 kişiler.
"İstanbul çok büyüktü ama çok beğendim, büyülendim. Ama Ankara'yı pek sevmedim. İzmir'i de sevmedim. Kuşadası güzeldi mesela..." diyor ve devam ediyor bizim Alman abla: "Atatürk'ün kabrii Ankara'da mıydı İstanbul'da mı?" diye soruyor.
Karşısındakiler sessiz. Birbirlerine bakışıp duruyorlar. (Evet evet o kadar ilgimi çekti ki habire gerek göz ucuyla gerek utanmadan direkt arkamı dönerek onları izliyorum) Alman abla kendi kendine tekrarlayıp karar vermeye çalışıyor. Diğerlerinden hâlâ cevap yok. Kem küm ediyorlar. En sonunda içlerinden 15-16 yaşlarında ergenlik çağında olanı "Bilmiyorum, nerden bileyim?" diyor, bana ne beni ilgilendirmiyor ki tarzında. Alman abla en sonunda kendi kendine Ankara'da olduğuna kanaat getiriyor ve ineceği durak yaklaştığı için vedalaşıp ayrılıyor trenden.
Bundan sonrasının dili kürtçe olduğundan film kopuyor bende, gerçi o çocuğun o cevabından sonra zaten kopuyor ama sabırla sonuna kadar dinledim zor tuttum kendimi atlayıp cevap vermemek için.
Bir yandan da bunları yazıyorum sıcağı sıcağına.
Sinirden kulaklığı da tıkıyorum çantanın içine.
Bana yabancı anlamadığım dillerine inat, trenden inerken en küçükleri 5 yaşındaki çocuğun elindeki oyuncaktan çıkan ses bir o kadar tanıdık. DIN! DIN! DIN!..
O küçük çocuğun elindeki oyuncak tüfeğin mermileri öyle bir yerimden vuruyor ki beni...
İçimde buruk acı, aklımda onlarca sorular, kelimelerim...
Hakkari'de 10 şehit, bu daha ne ki, devamı gelecek, bekleyin de görün diyor televizyondaki uzmanlar.
Sonumuz Allah kerim...

* Bunları buraya geçirirken, internette son dakika haberi: Bir başka karakol saldırısı, bu hafta verdiğimiz kaçıncı şehit, saymaya korkar oldum.
Hayır, siyaset, politika hatta bu kelimelerimin hangi tarafın fikrine zıt, hangisine paralel olduğu değil umrumda olan, ilgilendiğim hiç değil. Ama anlayamıyorum, sorular gitmiyor kafamdan. Yani yurdun her yanı şehit kanıyla bulanmış, gün geçmiyor ki hain bir pusu kurulmuş olmasın. Kaç kişi toplanıp tepki veriyor diye düşünürken, birileri de hâlâ tutturmuş, Filistin, benim Filistinim. Kendi derdimizi hallettik bitti, kendi huzurumuzu sağladık, sıra Filistin'e özgürlük için savaşmaya geldi zaten. Hey Allahım!

"Bu (ceza)nın sebebi şudur: Bir topluluk, kendilerinde bulunanı değiştirmedikçe Allah onlara verdiği bir nimeti/güzel bir durumu değiştirmez. Allah, şüphesiz hakkıyla işitendir, bilendir." (Enfal 53)

Mayıs 21, 2010

Sirlarumi Söyledum

Sirlarumi söyledum
daglara dumanlara...
Ben yazarken ağladum,
Okurken de sen ağla...

Tren rayları geçerken ormanların arasından, rayların geride kalan kısmına bakıp hayaller kuran Tuba'nın içinden tam da bu şarkı geçer gidermiş...

ne de içten söylermiş Şevval Sam & Fatih Yaşar bu şarkıyı, tam yerine dokunurmuş insanın.

elindeki herhangi bir broşür, defterin boş kısımlarına yoldaki kelimelerini dökmeyi, hayal kurarken büyümeyi, ama en çok tren yolculuklarını özleyecekmiş tuba...



Mayıs 14, 2010

Gitme, istemem...

Demek sen böyle salına salına
Bensiz gidiyorsun ey canımın canı.
Ey, dostlarının canına can katan,
Gül bahçesine böyle bensiz gitme istemem.

İstemem, ey gökkubbe, bensiz dönme
İstemem, ey ay, bensiz doğma.
İstemem, ey yeryüzü, bensiz durma
Bensiz geçme, ey zaman, istemem.
...
Ey, hiç kimsenin düşüne sığmayan dost,
Bensiz gitme, istemem.
Mevlâna

Mayıs 02, 2010

Bir hayalin varsa onu koruman gerek...

"Umudunu Kaybetme" -The Pursuit of Happyness- filminden...

Umudunu kaybetme  REBEZE_COM

Mayıs 01, 2010

Zaman...

Zaman az...

Hayat bu. Bir ertelemeye gör sevdiklerini... Geri dönüşü olmuyor. Keşkeler yetmiyor bir yerden sonra. Acıttıkça acıtıyor, büyüdükçe büyüyor pişmanlığın, keşkelerin, içinde.
Zaman, sen ipliği iğneden geçirene kadar, o söküğü kendiliğinden dikip senin elinden alıyor.
Acımasız oluyor böyle durumlarda zaman, kendi yara kabuklarını yâr ederek sana.
Zaman gözünün içine baka baka diyor ki:
"beni zamanında yaşa, boşuna ne ileriye ne geriye sarmaya çalışma beni, beceremezsin. Gittim mi gelmem, sonraki seferi hele hiç garanti etmem. Beni yakalamazsan, o an sahip olduklarını, dahi o anki seni, bir daha yakalasan da sana veremem.
Kıymetimi bil ve kıymetlerini, benle olanların...
Beni sana nasip eden kudret böyle istiyor zira...

Nisan 27, 2010

Shakespeare, büyüksün!..

Kötü fallar umrumda değil
Serçenin ölümünde bile bir bildiği vardır kaderin
Bugün olacaksa birşey kalmaz yarına
Yarına kalacaksa bugün olmaz
Bütün mesele hazır olmakta
Madem hiçbir insan bırakıp gideceği şeyin gerçek sahibi olmamış
Erken bırakmış, ne çıkar ne olacaksa olsun

                            W.SHAKESPEARE
                               Hamlet'ten

Nisan 25, 2010

Zycie Jest Piekne... *

Hayat Güzeldir...

Yıllar önce film kiralamak için girdiğim dükkanda gördüğüm ve "Hayat Güzeldir" adıyla dram filmi mi olur ya diye sırf meraktan alıp izlediğim filme sahne olmuş yerde yıllar sonra benim de olacağımı söyleselerdi, inanmazdım.

Dahası "soykırım" nasıl bişeydir, nasıl olur? yine ilk o filmde görmüştüm. Sonrasında merakımı yenmek için az biraz Temel Britannica ve çokça "Piyanist" ve "Schindler'in Listesi" ni seyredince öğrendim.
Çok üzülmüştüm çok etkilenmiştim, acımıştım çok, neden diye sormuştum, "neden"?.. Sonuçta ortada insanlık dışı muamele vardı, nasıl kabul edilebilirdi ki...
Derken bir gün forwardlanan maillerden birinde fotoğraflar gördüm. O fotoğraflarda masum insanlar vardı, bebekler vardı, ağlayan anneler vardı. Çaresizlik vardı... Sessiz çığlıklar vardı... Filistin vardı o fotoğraflarda, tüm acılarıyla... Sevabıyla günahıyla...
Üstelik bu sefer "neden" diye sorduğumda "kim" cevabını alabildim sadece. Ve o cevap, beni o kadar şaşırttı, o kadar üzmüştü ki, bir daha geçmişteki "soykırım"a ait herşeye gözümü kapattım, kulağımı tıkadım, tüm dünyaya inat.
Madem onlar şimdiyi görmemezlikten geliyorlar, şimdiki çığlıklara kulaklarını tıkıyorlar madem, onların geçmişteki çığlıklarına da ben sırtımı döndüm.

Yıllar sonra Avrupa maceramın duraklarından biri ne hikmettir ki o "soykırım"ın kampıydı.
Bu sefer gözümü kapattığım her şey gözümün önündeydi.
Masum insanların orada yaşadıklarına üzüldüm. Ne geçmiş ne gelecek ne şimdi, onca insanın yaşadıklarıydı beni üzen. Vicdanı olan her insanı da üzeceği gibi.
Sonra düşündüm, nerdeyse 4 milyon insanın acısı o kadarcık yere nasıl sığmış?
Acı demişken, hani acılar olgunlaştırırdı insanı? Hani acılarıydı insanı insan yapan? Madem öyle, madem Yahudiler ve çeşit çeşit milletten onca insan dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük acılarını yaşayan topluluk, o zaman şu an dünyanın en "olgun", en "insani" topluluğunun başının Yahudilerin yani İsrail devletinin çekmesi gerekmez mi?
Gerçekler öyle demiyor ama. Madalyonun şimdi görünen yüzü, "o" topluluğun zamanında yaşadıkların acıların kat be kat fazlasını şimdilerde "kendilerinden" olmayanlara  ve bir anda "biz burda devlet kuracağız" deyip yüzyıllardır o topraklarda yaşayan insanları kendi topraklarından edip üstüne ne muameleler yaptığını söylemiyor mu?
Üstelik bundan yıllar sonra belki, "inşallah", şimdiki acılar, vahşetler sona erdiğinde, tüm bunları gelecek kuşaklara "müze" halinde gösterecek bir "toplama kampı" da yok "o" topraklarda.
O topraklarda güne kuş sesleri yerine bomba sesleriyle uyanan çocuklar var. Gaz odaları yok ama sokak taşlarına sinmiş kan kokusu, insan feryatları var. Kollarında kimlik damgaları yok ama her ailenin yüreğine defalarca  sıkılmış kurşunlar var.


Hepsinden önemlisi "sesimizi duyun" "biz de insanız" "ey avrupa, zamanında işlediğiniz günahların acısını şimdi neden bize ödetiyorsunuz? neden sessiz kalıyorsunuz?" çığlıkları var o topraklarda... ve daha fazlası.

ve tüm bunlara sırtını dönmüş, kulaklarını tıkamış bir dünya var...

Dünya, tüm bu olup bitenlerden akıllanacağına daha da çılgınlaşıyor sanki.

Evet, hayat güzeldir, kimilerine göre...
Ve
İnsandır, insan aslolan: İnsana göre! **


* Zycie Jest Piekne... - Hayat Güzeldir, Lehçe -
**Yılmaz Odabaşı

Nisan 10, 2010

Cennetin kapısını çalıyorum...


Almanya günlerimin ya ikincisi ya da üçüncüsü. belki dört. Ve almanya'da gördüğüm ilk şehir, Köln... ilk defa geçtiğim ve geçerken kendimi istiklal'de yürüyomuş gibi hissettiğim geniş ve kalabalık bir cadde. gördüğüm ilk ve her şeyi beynimde fotoğrafını çekmeye çalışıyorum, bir yandan hayretle bakıyorum herşeye. herzamanki merakım ikiye katlanmış. Uçaktan indiğimden beridir kulaklarımdaki acayip uğultudan mıdır nedir, aldığım hava bana tuhaf geliyor. babamın onca şeyin arasından habire gösterdiği türk dükkanları, ve türk insanlarına inat, yabancı herşeye büyük bi ilgiyle bakıyorum. (6 ay sonrasında gelen not: gerçi sonradan farkediyorum onlar da tanıdık değillermiş pek...)

şehrin en görkemli yapısı Dom'a geliyoruz, babam içeri girelim mi diyor, yok diyorum, sen şimdi acele ettirirsin, tadını çıkrarak gezeceğim sonra. hem öyle salt duvarları heykelleri görmek bana yetmez, hikayesini öğrenmeliyim önce diyorum. hadi gidelim diyorum. hemen aşağısındaki Hauptbahnhof'a gitmek için merdivenlere yöneliyoruz. merdivenleri inerken tanıdık bir ses. gençler merdivenlere oturmuş, çocuk elinde gitarıyla şarkı söylüyor klise'nin önünde. "Knock-knock-knockin' on heaven's door..."  ("Cennetin kapısını çalıyorum")
herşeye yabancı olduğum bu yerde Köln ve Almanya tanıdık bir şarkıyla bana hoşgeldin diyor sanki. her ne kadar durup onları dinlemek istesem de babamın acelesi yüzünden yarısında gitmek zorunda kalıyorum, içimden eşlik ederek...

1 ay sonra...

Arkadaşlarla bir cumartesi günü Köln'e geliyoruz. Almanya'da gördüğüm ilk ve benim en heyecanlı en meraklı anlarıma tanık olmuş şehre. İstiklal'e benzettiğim, adını hala bilmediğim o caddeden bu sefer diğerinden farklı olarak daha bi özlemle geçiyorum. Sonra, bir Lego dükkanına rastlıyoruz. Çocukluğum geliyor aklıma. Legolarımı ne kadar sevdiğim. Barbi bebektense legolarla oynamayı tercih edişim. Ve babamın bana ağzına kadar lego dolu kırmızı bi kovadan oyuncak alması. Sonra kuzenlerle oynaya oynaya legoların çoğunun kaybolup kovanın kırılması...  geçmişe bir anlık döndükten sonra bir sevinçle girdik içeriye. her bir legoda, zamanında kırılan çatlayan hasar gören lego parçalarımı buldum sanki. sanki hiç kırılmamışlar gibi orda duruyolardı işte :)
dükkandan çıktıktan sonra Dom Kilisesi'nin önünde bulduk kendimizi. Ve 1 ay önce tadını çıkararak gezeceğim sözünü hatırlayarak girdim içeri. Bir heyecanla. Hikayesini de kısmen bilerek üstelik... Dom'un havası o kadar kasvetli geldi ki, bir ara zindandaymışım gibi geldi bana. Gerek İstanbul'da olsun gerek Almanya'da, daha önce de bir kaç kez kiliselere girmiştim oysa.  Ama bunun içinde kendimi hepsinden en kötü hissettim. Niye bilmiyorum. İçerde zamanın azizlerinin pederlerinin mezarı -onlara göre türbesi- vardı, ondandır belki. O kasvetli havada insanların nasıl ibadet ederek "huzur" bulduklarını, dahası "manevi" hazza ulaştıklarını düşünerek dışarı çıktım.
Koşar adımlarla uzaklaşırken kiliseden, aklımda kiliseye ve Hristiyanlığa ait deminki cevapsız sorular... ve 1 ay önceki aynı merdivenlerin önündeyim cebimde 1 aylık değişik tecrübelerle.
Bi baktım dilime bir şarkı dolanmış, merdivenlerden inerken mırıldanıyorum...

"Knock-knock-knockin' on heaven's door..."
 

Nisan 03, 2010

hikayenin en başından kısa kısa...

Hikayem başlayalı 6 ay olduğundan en başını kısa kısa özetlerle geçeyim:

1. Sevgili blog, 3 gün önce hayatımın en değişik tecrübesini yaşamaya başlarken, ilk siftahı uçakla yaptım. Hayatımda ilk kez uçağa bindim... -bkz. 21 yaşında ilk kez uçağa binmek-

2. Babama çaktırmadım ama bayağı heyecanlı bişeymiş ya. Lunaparkta gondolun en üst kısmında saatlerce durmak gibi bişey. Ki gondola ilk ve son binişimde korkudan nerdeyse ruhumu teslim ederken indiğimde de arkadaşın kollarına yığıldığımı hatırlatayım :) 
Ama bu sefer heyecanım korkumu bastırmış olmalı ki korkmadım o kadar. 

3. Uçak yolculuğumda bana eşlik eden şarkı, daha doğrusu playlist'in shuffle modunda kısmetime çıkan şarkı Teoman-Rapsodi Istanbul 'du. cuk oturdu sanırsam :)
"...sokaklarda sapsarı yapraklar
mazgallarda yağmurlar
hangi kentte bu denli acı var
başka nerde istanbul kadar
git...

yapraklar yatağın olsun 
kırlangıçlar arkadaşların
yıldızlar yorganın olsun
hem zaten gökte işsiz güçsüz duruyorlar..."

Istanbul'a da bu şarkıyla veda etmiş oldum böylece. Ama herzamanki gibi tuttum kendimi, ağlamadım. Gözyaşlarm kimbilir ne zaman çıkcaklar saklandığı yerden.

4. Tam 3 saat boyunca yüzümü pencere yapıştırıp yeryer zifiri karanlığı, yeryer alttaki ışıklı binaları, köprüleri seyrettim. Bazıları ona buna büyüklük taslaya dursun, ben, aslında ne kadar küçükmüşüz, anladım...

5. Daha çok şey var anladığım, ilk geldiğim andan beri. Yolların durumu ile ülkenin gelişmişliği arasında doğru orantı oldugu mesela...
6. Yolların planlanması öyle güzel ki, kaybolmak mümkün değil. Işıklar, yol çizgileri, trafik levhaları... Herşey "insan" için tasarlanmış burda.

7. İnsanların her çeşidi...Engelliler de buna dahil. Burada o kadar çok tekerlekli sandalye kullanan insan var ki...Ve hepsi hayat dolu. Sanırsın Almanya ikinci dünya savaşından daha yeni çıkmış da bu insanların hepsi savaşın gazileri,yaralıları gibi... Sandalyeli ve değnekli insan sürüsüne bereket.
Ve herşey onların rahatına göre ayarlanmış. Herşey... Yerin dibindeki metrolar, otobüsler, duraklar, kaldırımların yüksekliği, sokak taşları, park yerleri...
Engellileri gerçek anlamda ilk kez burda farkettim. Ve engelli olarak Almanya'da kimsenin yardımına "muhtaç"olmadan yaşanabilirmiş, anladım...

Türkiye'deyse bu konuda durumun ne kadar vahim olduğunu değil sana anlatmaya, kendime itiraf etmeye "utandım" sevgili blog.

8.  Hani Türkiye'de hep dalga geçerler ya "yav şu almanlar da ne kadar kuralcı,  nolcak yani bu kadar kurala uymasan.Ne gereği var..." diye. 
İşte o dalga geçtiğimiz kurallar, insanların huzurunu sağlıyormuş, "yaşam standartı" denen şeyi yükseltiyomuş, "insanca"yaşamayı sağlıyomuş ve "medeniyeti" getiriyormuş beraberinde, anladım...

9. Ve en güzel bişey, sevgili blog, burda ne var biliyor musun? Pisikleeet :) Hem de binlerce, sanki arabadan çok pisiklet var burda, oley :)
Yolların çoğunda pisiklet yolu var, olmayan yerlerde de her yerde pisiklet sürebiliyosun, yorulunca da istediğin yere parket, istediğin zaman gel al. -tabi çalınmazsa- 

- arkası yarın :) -


Nisan 02, 2010

Çenesi fazlasıyla düşük yazarın ilk blog yazısı

Güneşli bir Bonn gününden herkese selam ederim :)

Sıkıcı, sessiz bir -dini- tatil sabahına uyandıktan sonra ne yapayım bugün diye düşündüm ve en sonunda pisikletimle nehir kıyısnda bir Bonn havası alalım dedik. Nehrin kenarına geldiğimnde bu sefer her zaman gittiğim yöne -güney- değil de, bakayım Bonn'un öbür taraflarında ne var diyerekten -merak :) - tam tersi yönüne sürdüm pisikleti. Kuzeye doğru... Giderken rüzgar bizi sürüklese* de dönüşte ona karşı sürmek beni epey zorladı, e benim bünye de o kadar rüzgar direncine alışık değil malum, ben nefes nefese gitmeye çalışırken yanımdan yaşlı yaşlı teyzeler amcalar vızır vızır geçince ne kadar sportif olduğumun farkına varıyorum bir kez daha :)  Biraz soluklanmak için nehrin kenarına oturdum ve ilk blog yazımın kelimeleri dökülmeye başladı kalemimden. Hadi bismillah :)
Aslında çok daha önce yapmam gereken bir şeydi bu. Anlatacak o kadar çok şeyim vardı ki, adresi belli ya da açık adrese bir sürü mektuplarım. Hem Facebook'taki hikayeli albümlerimin devamı yönünde (bkz. "ya hani nerde hikayelerin? Niye paylaşmıyorsun artık? Özledik senin yazılarını, fotoğraflarını, anlat...") yoğun talep olunca, facebook gibi kem gözlere fazlasıyla açık bir platformdan, daha umuma açık ama bir o kadar herkesin haberi olmadığı bu gıcır gıcır yepisyeni blog'a taşınmaya karar verdim. 

Peki neden "hayata maydanoz" ? Beni iyi tanıyanlar bu soruyu sormak bir yana bu tamlamayla bendenizi özdeşleştirip gülümseyecekler, biliyorum :)
O yüzden bu kategorideki pek kıymetli insanlarla birincilik telini paylaşıyorum:)

Yeri geldim mi çoğu şeye bazen o andaki herşeye maydonoz olmayı, sorularıyla karşısındakini fıtık etmeyi seven biri bu sefer de hayata maydanoz olsun, nolur? Kendi ve başkalarının hayatlarında gördüklerini, gözlemlerini gelsin burada anlatatsın, sizlerle paylaşsın. Kâh hikayeler anlatsın, kâh herkesin son ses birşeyler anlatmaya çalışıp birbirlerini dinlemekten aciz olduğu şu günlerde, herkesin kulağına eğilip sussun...
Anlattıkça çoğalsın sevinçleri, azalsın hüzünleri.

Tüm bunları yazarken Bonn'a baharın "bugünlük" geldiğini anlatsın mesela. Ya da geldiği ilk zamanlar nehrin kenarına indiğinde "ne biçim deniz bu ya, kokusu mokusu yok. Oysa şimdi İstanbul'da ne güzeldir deniz kokusu. Kanalizasyon kokusu karışsa da araya deniz, deniz gibi kokar orada..." derken, geldiğinden 6 ay sonra yalnızlığını pisikletiyle paylaştığı bu bahar gününde, hep gittiği yönün ters istikametindeyken hem de, belki de en ummadığı anda "yalnız değilsin" der gibi deniz kokusunun onu nasıl karşıladığını anlatsın. Bir anda tarif edemediği o mutluluğu...
Dahası nerdeyse tüm Avrupa'yı dolaşan bu nehrin güneyden kuzeye doğru aktığını...

Buradaki insanların 7'den 70'e spor yapmayı acayip sevdiklerini... (maşallah sanırsın tüm Bonn ahalisi olimpiyatlara hazırlanıyor o derece yani)

Ve tüm bunları Bonn şehrine ait bir broşürün içindeki boş kısımlara yazdığını...

Ve daha fazlasını...

Anlatılacak şeyi bir sürü, yeter ki dinlemek için burada olsun birileri...

he bir de yeter ki bitmesin tükenmez kalemi... :)


(* bkz. şarkılar seni söyler - fondaki şarkı)