Nisan 27, 2010

Shakespeare, büyüksün!..

Kötü fallar umrumda değil
Serçenin ölümünde bile bir bildiği vardır kaderin
Bugün olacaksa birşey kalmaz yarına
Yarına kalacaksa bugün olmaz
Bütün mesele hazır olmakta
Madem hiçbir insan bırakıp gideceği şeyin gerçek sahibi olmamış
Erken bırakmış, ne çıkar ne olacaksa olsun

                            W.SHAKESPEARE
                               Hamlet'ten

Nisan 25, 2010

Zycie Jest Piekne... *

Hayat Güzeldir...

Yıllar önce film kiralamak için girdiğim dükkanda gördüğüm ve "Hayat Güzeldir" adıyla dram filmi mi olur ya diye sırf meraktan alıp izlediğim filme sahne olmuş yerde yıllar sonra benim de olacağımı söyleselerdi, inanmazdım.

Dahası "soykırım" nasıl bişeydir, nasıl olur? yine ilk o filmde görmüştüm. Sonrasında merakımı yenmek için az biraz Temel Britannica ve çokça "Piyanist" ve "Schindler'in Listesi" ni seyredince öğrendim.
Çok üzülmüştüm çok etkilenmiştim, acımıştım çok, neden diye sormuştum, "neden"?.. Sonuçta ortada insanlık dışı muamele vardı, nasıl kabul edilebilirdi ki...
Derken bir gün forwardlanan maillerden birinde fotoğraflar gördüm. O fotoğraflarda masum insanlar vardı, bebekler vardı, ağlayan anneler vardı. Çaresizlik vardı... Sessiz çığlıklar vardı... Filistin vardı o fotoğraflarda, tüm acılarıyla... Sevabıyla günahıyla...
Üstelik bu sefer "neden" diye sorduğumda "kim" cevabını alabildim sadece. Ve o cevap, beni o kadar şaşırttı, o kadar üzmüştü ki, bir daha geçmişteki "soykırım"a ait herşeye gözümü kapattım, kulağımı tıkadım, tüm dünyaya inat.
Madem onlar şimdiyi görmemezlikten geliyorlar, şimdiki çığlıklara kulaklarını tıkıyorlar madem, onların geçmişteki çığlıklarına da ben sırtımı döndüm.

Yıllar sonra Avrupa maceramın duraklarından biri ne hikmettir ki o "soykırım"ın kampıydı.
Bu sefer gözümü kapattığım her şey gözümün önündeydi.
Masum insanların orada yaşadıklarına üzüldüm. Ne geçmiş ne gelecek ne şimdi, onca insanın yaşadıklarıydı beni üzen. Vicdanı olan her insanı da üzeceği gibi.
Sonra düşündüm, nerdeyse 4 milyon insanın acısı o kadarcık yere nasıl sığmış?
Acı demişken, hani acılar olgunlaştırırdı insanı? Hani acılarıydı insanı insan yapan? Madem öyle, madem Yahudiler ve çeşit çeşit milletten onca insan dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük acılarını yaşayan topluluk, o zaman şu an dünyanın en "olgun", en "insani" topluluğunun başının Yahudilerin yani İsrail devletinin çekmesi gerekmez mi?
Gerçekler öyle demiyor ama. Madalyonun şimdi görünen yüzü, "o" topluluğun zamanında yaşadıkların acıların kat be kat fazlasını şimdilerde "kendilerinden" olmayanlara  ve bir anda "biz burda devlet kuracağız" deyip yüzyıllardır o topraklarda yaşayan insanları kendi topraklarından edip üstüne ne muameleler yaptığını söylemiyor mu?
Üstelik bundan yıllar sonra belki, "inşallah", şimdiki acılar, vahşetler sona erdiğinde, tüm bunları gelecek kuşaklara "müze" halinde gösterecek bir "toplama kampı" da yok "o" topraklarda.
O topraklarda güne kuş sesleri yerine bomba sesleriyle uyanan çocuklar var. Gaz odaları yok ama sokak taşlarına sinmiş kan kokusu, insan feryatları var. Kollarında kimlik damgaları yok ama her ailenin yüreğine defalarca  sıkılmış kurşunlar var.


Hepsinden önemlisi "sesimizi duyun" "biz de insanız" "ey avrupa, zamanında işlediğiniz günahların acısını şimdi neden bize ödetiyorsunuz? neden sessiz kalıyorsunuz?" çığlıkları var o topraklarda... ve daha fazlası.

ve tüm bunlara sırtını dönmüş, kulaklarını tıkamış bir dünya var...

Dünya, tüm bu olup bitenlerden akıllanacağına daha da çılgınlaşıyor sanki.

Evet, hayat güzeldir, kimilerine göre...
Ve
İnsandır, insan aslolan: İnsana göre! **


* Zycie Jest Piekne... - Hayat Güzeldir, Lehçe -
**Yılmaz Odabaşı

Nisan 10, 2010

Cennetin kapısını çalıyorum...


Almanya günlerimin ya ikincisi ya da üçüncüsü. belki dört. Ve almanya'da gördüğüm ilk şehir, Köln... ilk defa geçtiğim ve geçerken kendimi istiklal'de yürüyomuş gibi hissettiğim geniş ve kalabalık bir cadde. gördüğüm ilk ve her şeyi beynimde fotoğrafını çekmeye çalışıyorum, bir yandan hayretle bakıyorum herşeye. herzamanki merakım ikiye katlanmış. Uçaktan indiğimden beridir kulaklarımdaki acayip uğultudan mıdır nedir, aldığım hava bana tuhaf geliyor. babamın onca şeyin arasından habire gösterdiği türk dükkanları, ve türk insanlarına inat, yabancı herşeye büyük bi ilgiyle bakıyorum. (6 ay sonrasında gelen not: gerçi sonradan farkediyorum onlar da tanıdık değillermiş pek...)

şehrin en görkemli yapısı Dom'a geliyoruz, babam içeri girelim mi diyor, yok diyorum, sen şimdi acele ettirirsin, tadını çıkrarak gezeceğim sonra. hem öyle salt duvarları heykelleri görmek bana yetmez, hikayesini öğrenmeliyim önce diyorum. hadi gidelim diyorum. hemen aşağısındaki Hauptbahnhof'a gitmek için merdivenlere yöneliyoruz. merdivenleri inerken tanıdık bir ses. gençler merdivenlere oturmuş, çocuk elinde gitarıyla şarkı söylüyor klise'nin önünde. "Knock-knock-knockin' on heaven's door..."  ("Cennetin kapısını çalıyorum")
herşeye yabancı olduğum bu yerde Köln ve Almanya tanıdık bir şarkıyla bana hoşgeldin diyor sanki. her ne kadar durup onları dinlemek istesem de babamın acelesi yüzünden yarısında gitmek zorunda kalıyorum, içimden eşlik ederek...

1 ay sonra...

Arkadaşlarla bir cumartesi günü Köln'e geliyoruz. Almanya'da gördüğüm ilk ve benim en heyecanlı en meraklı anlarıma tanık olmuş şehre. İstiklal'e benzettiğim, adını hala bilmediğim o caddeden bu sefer diğerinden farklı olarak daha bi özlemle geçiyorum. Sonra, bir Lego dükkanına rastlıyoruz. Çocukluğum geliyor aklıma. Legolarımı ne kadar sevdiğim. Barbi bebektense legolarla oynamayı tercih edişim. Ve babamın bana ağzına kadar lego dolu kırmızı bi kovadan oyuncak alması. Sonra kuzenlerle oynaya oynaya legoların çoğunun kaybolup kovanın kırılması...  geçmişe bir anlık döndükten sonra bir sevinçle girdik içeriye. her bir legoda, zamanında kırılan çatlayan hasar gören lego parçalarımı buldum sanki. sanki hiç kırılmamışlar gibi orda duruyolardı işte :)
dükkandan çıktıktan sonra Dom Kilisesi'nin önünde bulduk kendimizi. Ve 1 ay önce tadını çıkararak gezeceğim sözünü hatırlayarak girdim içeri. Bir heyecanla. Hikayesini de kısmen bilerek üstelik... Dom'un havası o kadar kasvetli geldi ki, bir ara zindandaymışım gibi geldi bana. Gerek İstanbul'da olsun gerek Almanya'da, daha önce de bir kaç kez kiliselere girmiştim oysa.  Ama bunun içinde kendimi hepsinden en kötü hissettim. Niye bilmiyorum. İçerde zamanın azizlerinin pederlerinin mezarı -onlara göre türbesi- vardı, ondandır belki. O kasvetli havada insanların nasıl ibadet ederek "huzur" bulduklarını, dahası "manevi" hazza ulaştıklarını düşünerek dışarı çıktım.
Koşar adımlarla uzaklaşırken kiliseden, aklımda kiliseye ve Hristiyanlığa ait deminki cevapsız sorular... ve 1 ay önceki aynı merdivenlerin önündeyim cebimde 1 aylık değişik tecrübelerle.
Bi baktım dilime bir şarkı dolanmış, merdivenlerden inerken mırıldanıyorum...

"Knock-knock-knockin' on heaven's door..."
 

Nisan 03, 2010

hikayenin en başından kısa kısa...

Hikayem başlayalı 6 ay olduğundan en başını kısa kısa özetlerle geçeyim:

1. Sevgili blog, 3 gün önce hayatımın en değişik tecrübesini yaşamaya başlarken, ilk siftahı uçakla yaptım. Hayatımda ilk kez uçağa bindim... -bkz. 21 yaşında ilk kez uçağa binmek-

2. Babama çaktırmadım ama bayağı heyecanlı bişeymiş ya. Lunaparkta gondolun en üst kısmında saatlerce durmak gibi bişey. Ki gondola ilk ve son binişimde korkudan nerdeyse ruhumu teslim ederken indiğimde de arkadaşın kollarına yığıldığımı hatırlatayım :) 
Ama bu sefer heyecanım korkumu bastırmış olmalı ki korkmadım o kadar. 

3. Uçak yolculuğumda bana eşlik eden şarkı, daha doğrusu playlist'in shuffle modunda kısmetime çıkan şarkı Teoman-Rapsodi Istanbul 'du. cuk oturdu sanırsam :)
"...sokaklarda sapsarı yapraklar
mazgallarda yağmurlar
hangi kentte bu denli acı var
başka nerde istanbul kadar
git...

yapraklar yatağın olsun 
kırlangıçlar arkadaşların
yıldızlar yorganın olsun
hem zaten gökte işsiz güçsüz duruyorlar..."

Istanbul'a da bu şarkıyla veda etmiş oldum böylece. Ama herzamanki gibi tuttum kendimi, ağlamadım. Gözyaşlarm kimbilir ne zaman çıkcaklar saklandığı yerden.

4. Tam 3 saat boyunca yüzümü pencere yapıştırıp yeryer zifiri karanlığı, yeryer alttaki ışıklı binaları, köprüleri seyrettim. Bazıları ona buna büyüklük taslaya dursun, ben, aslında ne kadar küçükmüşüz, anladım...

5. Daha çok şey var anladığım, ilk geldiğim andan beri. Yolların durumu ile ülkenin gelişmişliği arasında doğru orantı oldugu mesela...
6. Yolların planlanması öyle güzel ki, kaybolmak mümkün değil. Işıklar, yol çizgileri, trafik levhaları... Herşey "insan" için tasarlanmış burda.

7. İnsanların her çeşidi...Engelliler de buna dahil. Burada o kadar çok tekerlekli sandalye kullanan insan var ki...Ve hepsi hayat dolu. Sanırsın Almanya ikinci dünya savaşından daha yeni çıkmış da bu insanların hepsi savaşın gazileri,yaralıları gibi... Sandalyeli ve değnekli insan sürüsüne bereket.
Ve herşey onların rahatına göre ayarlanmış. Herşey... Yerin dibindeki metrolar, otobüsler, duraklar, kaldırımların yüksekliği, sokak taşları, park yerleri...
Engellileri gerçek anlamda ilk kez burda farkettim. Ve engelli olarak Almanya'da kimsenin yardımına "muhtaç"olmadan yaşanabilirmiş, anladım...

Türkiye'deyse bu konuda durumun ne kadar vahim olduğunu değil sana anlatmaya, kendime itiraf etmeye "utandım" sevgili blog.

8.  Hani Türkiye'de hep dalga geçerler ya "yav şu almanlar da ne kadar kuralcı,  nolcak yani bu kadar kurala uymasan.Ne gereği var..." diye. 
İşte o dalga geçtiğimiz kurallar, insanların huzurunu sağlıyormuş, "yaşam standartı" denen şeyi yükseltiyomuş, "insanca"yaşamayı sağlıyomuş ve "medeniyeti" getiriyormuş beraberinde, anladım...

9. Ve en güzel bişey, sevgili blog, burda ne var biliyor musun? Pisikleeet :) Hem de binlerce, sanki arabadan çok pisiklet var burda, oley :)
Yolların çoğunda pisiklet yolu var, olmayan yerlerde de her yerde pisiklet sürebiliyosun, yorulunca da istediğin yere parket, istediğin zaman gel al. -tabi çalınmazsa- 

- arkası yarın :) -


Nisan 02, 2010

Çenesi fazlasıyla düşük yazarın ilk blog yazısı

Güneşli bir Bonn gününden herkese selam ederim :)

Sıkıcı, sessiz bir -dini- tatil sabahına uyandıktan sonra ne yapayım bugün diye düşündüm ve en sonunda pisikletimle nehir kıyısnda bir Bonn havası alalım dedik. Nehrin kenarına geldiğimnde bu sefer her zaman gittiğim yöne -güney- değil de, bakayım Bonn'un öbür taraflarında ne var diyerekten -merak :) - tam tersi yönüne sürdüm pisikleti. Kuzeye doğru... Giderken rüzgar bizi sürüklese* de dönüşte ona karşı sürmek beni epey zorladı, e benim bünye de o kadar rüzgar direncine alışık değil malum, ben nefes nefese gitmeye çalışırken yanımdan yaşlı yaşlı teyzeler amcalar vızır vızır geçince ne kadar sportif olduğumun farkına varıyorum bir kez daha :)  Biraz soluklanmak için nehrin kenarına oturdum ve ilk blog yazımın kelimeleri dökülmeye başladı kalemimden. Hadi bismillah :)
Aslında çok daha önce yapmam gereken bir şeydi bu. Anlatacak o kadar çok şeyim vardı ki, adresi belli ya da açık adrese bir sürü mektuplarım. Hem Facebook'taki hikayeli albümlerimin devamı yönünde (bkz. "ya hani nerde hikayelerin? Niye paylaşmıyorsun artık? Özledik senin yazılarını, fotoğraflarını, anlat...") yoğun talep olunca, facebook gibi kem gözlere fazlasıyla açık bir platformdan, daha umuma açık ama bir o kadar herkesin haberi olmadığı bu gıcır gıcır yepisyeni blog'a taşınmaya karar verdim. 

Peki neden "hayata maydanoz" ? Beni iyi tanıyanlar bu soruyu sormak bir yana bu tamlamayla bendenizi özdeşleştirip gülümseyecekler, biliyorum :)
O yüzden bu kategorideki pek kıymetli insanlarla birincilik telini paylaşıyorum:)

Yeri geldim mi çoğu şeye bazen o andaki herşeye maydonoz olmayı, sorularıyla karşısındakini fıtık etmeyi seven biri bu sefer de hayata maydanoz olsun, nolur? Kendi ve başkalarının hayatlarında gördüklerini, gözlemlerini gelsin burada anlatatsın, sizlerle paylaşsın. Kâh hikayeler anlatsın, kâh herkesin son ses birşeyler anlatmaya çalışıp birbirlerini dinlemekten aciz olduğu şu günlerde, herkesin kulağına eğilip sussun...
Anlattıkça çoğalsın sevinçleri, azalsın hüzünleri.

Tüm bunları yazarken Bonn'a baharın "bugünlük" geldiğini anlatsın mesela. Ya da geldiği ilk zamanlar nehrin kenarına indiğinde "ne biçim deniz bu ya, kokusu mokusu yok. Oysa şimdi İstanbul'da ne güzeldir deniz kokusu. Kanalizasyon kokusu karışsa da araya deniz, deniz gibi kokar orada..." derken, geldiğinden 6 ay sonra yalnızlığını pisikletiyle paylaştığı bu bahar gününde, hep gittiği yönün ters istikametindeyken hem de, belki de en ummadığı anda "yalnız değilsin" der gibi deniz kokusunun onu nasıl karşıladığını anlatsın. Bir anda tarif edemediği o mutluluğu...
Dahası nerdeyse tüm Avrupa'yı dolaşan bu nehrin güneyden kuzeye doğru aktığını...

Buradaki insanların 7'den 70'e spor yapmayı acayip sevdiklerini... (maşallah sanırsın tüm Bonn ahalisi olimpiyatlara hazırlanıyor o derece yani)

Ve tüm bunları Bonn şehrine ait bir broşürün içindeki boş kısımlara yazdığını...

Ve daha fazlasını...

Anlatılacak şeyi bir sürü, yeter ki dinlemek için burada olsun birileri...

he bir de yeter ki bitmesin tükenmez kalemi... :)


(* bkz. şarkılar seni söyler - fondaki şarkı)